
“...Oysa varlığın kendisi yeterli bilgi olmalı...”(1) dediğimde, yalan söylemenin de görece bir kolaylığı olduğunu düşünüyordum. Zira doğru ve gerçek arasındaki kavramsal ayrılıkta, kavramlardan birisi kendini tutarlı olmaya zorluyordu. Gerçek dediğimizde, ben’in varlığından çok nesnel alanın belirlenim alanları önem kazanıyor ve doğru dediğimizde ise ben’in belirlenim alanları muayyen bir etik içinde önem kazanıyordu. Doğaldır ki, yalan söylemek, bu ikinci durumun varlığında geçerliydi. Ama varlık kendini tanıtlama da başkaca varlığa ihtayaç duymayacak kadar kendinde olduğunda, yalan ya da doğru gibi süreçler de kendiliğinden SÖNÜYORDU.(2) Yalan söylemenin anlamı böylece kendini yalanlıyordu.
Edebiyatçı açısından yazmak nasıl bir erek taşıyorsa ki burada varoluşsal yazından söz açıyorum, varlığın kendine yeterli bilgi olamayışı da yalanı hem gerçekleştiriyor hem de radikal etik tavırlar içinde onu anlamsız kılıyordu. Varoluşçunun amacı kendi olabilmek iken, yazarak kendinden uzaklaşıyordu aslında. Zira dil’e sahip olmak kendilikten uzaklaşmak iken bir de sahip olduğu dil’i işleyerek ikinci bir kez daha uzaklaşmış oluyordu.(3) (Arno Gruen, soyutlamanın da insanı kendiliğinden uzaklaştırdığını savunmakta ve çocukların soyutlama yeteneği olmadığı için -Soyutlama, 5’li yaşlardan sonra, toplumsallaşmanın ivmelenmesiyle başlıyor-) kendiliklerine daha yakın olduğunu savunmaktadır. Koydum kendimi bu düşüncenin altına ve devam) dil vasıtasıyla soyutlamalara ulaşması ise belki de ölüm anıydı ama yazıyordu ve erek kendiliği ile köprü kurabilmekti. Edebiyatçının arzusu ile ürünü arasındaki bu erek dışı uygunsuzluk, doğruluk ve varlığın kendisi olma yolundaki teklik bilgisi arasında da aynı uyumsuzluk vardı. Varlık kendisi için yeterli bilgi olamıyor ve durmaksızın doğruluk ya da hakikat süreçleri yaratmak durumunda kalıyordu.
Diogenes’in eylemi bu yüzden eninde sonunda kendi etiğine yaratmaya gelip dayanmıştı. Toplumsal olan her şeyi yaşamdan atmak istemiş ve salt varlığa ulaşmayı ereklemiştir ama eninde sonunda etik süreçlerin ve hakikat olgusunun peşine takılmıştır.
Nietzsche, nihilizmi görmesine ve onu alaşağı etmesine karşılık Zerdüşt’ün varlığını/mutluluğunu güneşe ve altındakilere bağlamış sonraki adımlarda ise insana etik bir görev vererek üst-insan insan için kendini feda etmeye çağırmıştır.
Sartre, varoluşu kendinde diye tanımlayacak kadar cesur iken aynı teslimiyeti yaşamış ve varoluşun kendi etiğini kurarak onu toplumsal dönüşüm sahasında bir nefere çevirmiştir.
Kierkegaard, varoluş basamağının en üstüne tanrısal olan etiği yerleştirmek durumunda kalmıştır.
Jasper, tüm tanımlamalar ve sıfat koymalardan uzak kalmak istemiş ve böylece varlığın tekil bilgisini arzulamış ama en sonunda o da Hıristiyan etik ile baş başa kalmıştır.
Camus, Sisyphos Söylencesi’nde anlamsızlıkla burun buruna gelmiş ama hakikat’in yine içselleşmiş olması sonucunda insanı yaşamında bir erek bulmaya götürmüştür.
Vs vs vs...
Tüm feylesoflar önce kendilik bilincinden yola çıktı ve kendilik bilincini pratiğe sunmayı ya da metafizik alanda gerçekleştirmeyi düşündü. Bizler de oturduk ve bu bilgi alanını onlardan öğrendik ama geriye kalan korkunç bir sondu: Kendini gerçekleştiremeyecek olan BEN, yalan söylemeyi meşrulaştırmak durumunda idi. Bu yalan, insanın kendisine yönelttiği türden olduğunda maske oluyor ve toplumsal onay kazanıyordu. Eğer, söz konusu yalan topluma yöneltiliyorsa, onay görmüyor ve delilik bilincinin gelişmesine koşut olarak hakikat süreçleri zan altında kalıyordu. Ama iki türlü yalanın da varlığı bakiydi ve tek varlık nedeni: kendi olamamak nosyonuydu.
İmdi, başım dönüyor. Başkent her zamankinden daha fazla gri. Yedi tepeli şehir her zamankinden daha çok kaosa gebe. Ve ben, ben dediğim de kime, ne kadar yalan söylediğimin bilincinde değilim artık. Çünkü yalan kavramını söküp atacak üçüncü olasılıkları düşünmenin zamanı geldi.
Üçüncü olasılık mı dedim? Korkunç! Üçüncü olmak ilk ikinin gerçekliğini tanıtlamaktan başka anlam içermiyor.
Çaresizlik içinde, kendimin ellerini kendimin ellerinde bırakacağım güne değin;
Köz olmayan kömürü severek...
...
(1)Bilmem gerek var mı neyi, ne zaman söylediğimi unuttuğumu hatırlamaya. Ama oldu işte, hatırladım ve kahrolsun ki azaldım. Bunca bilginin asıl nedeni ölememek korkusundan başka bir şey değil!
(2) Buradaki sönme eylemini Engels’in, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde ortaya sunmuş olduğu sönme biçimine birebir benzetmekteyim. Eğer toplumsal alanda sınıflar ortadan kalkarsa devlet’in varlığı da sönmek durumunda kalacaktır. Varlık nedeninden soyutlanmış olacaktır. Sönmenin oluşumunu biçimsel olarak benzetmekle birlikte Engels’in düşüncesine şerh koyacağım ortadadır. Zira sınıfların çelişkisi de ben-biz çelişkisi gibi paradoksal bir süreklilik içindedir.)
(3) Bu düşünceyi, Platon’un ide-mağara-sanat arasındaki mesafeleşme ya da mimesis kavramı ile açıklamaya çalışanlar: Ben bir denize çakıl taşı attım da göremediniz siz derim. Hep daha derine!
KEMAL ÇUBUK
/div> posted by


<0Comments:
-
<
<Yorum Göndera href=" ~ back home
<<