-Dur.
-Ne oldu?
-Bu girişi sevmedim, kendini kandırma, açık ol.
Ve Vasilyeviç ve kiralık takım ve ölüm...
Kendi öyküsünü kendisi yazmak isteyen bir virtüözdü adam, ismini de kendi seçmişti. Her gece göremediği aynı renkteki çiçeklerin süslediği masalara ölümün intihar notalarını sunmak... üstelik kiralık bir takımla! Kendi karanlığını taşımak üzerinde, kimliksiz bir hayatın duvarları arasında yaşarken... Vasilyeviç aynaya baktığında kendisini görmediğini biliyordu, bu karanlık o değildi, kokusundan tanımıştı kendi karanlığı olmadığını. “Öteki” diye adlandırdığı tarafındaydı o gün, masanın üzerinde boş şarap şişeleri, içindeki intiharın faili meçhul sahibini arıyordu yalnız başına. O eve ne bir kadın lazımdı, ne de kendisine kucak dolusu şefkat getirecek küçük bir çocuk. Biliyordu yalnızlığın yabani tarafını, hırçındı bu yüzden, lanetti, tökezlerdi sevmek istemezken... Biri kör, iki ölüm virtüözü melek vardı baş ucunda, birini kendisi farz ediyordu, göz kısımlarını o yüzden oymuştu küçük çakısının sivri ucuyla; diğeri koruyucu meleğiydi, sevmesi gerekmiyordu, bir biblo ne beklerdi tükenmiş bir adamdan. Her gece dolan masaların hayaliyle dalga geçiyordu, çökmüş ranzasından. “beni dinlemeye geliyorlar,beni... Hahhh” “Hiç bakmıyorlar gözlerime, oysa içinde nasıl bir karanlık saklıyorum. Ne kadar budala insanlar, renkli çiçeklerle süslenmiş, hissiz masaların başucunda.
Bu gece plaktan çalıyordu elindeki kemanı. Kahveye boyanmış duvardan akıtıyordu içindeki hüznü, her şey kokuydu onun dünyasında, ne kadar çok alkış alırsa, o kadar çok batıyordu içindeki kimsesizliğe. Alkışların kokusu hiç benzemiyordu iki yıl önce yitirdiği karısına, ona hiçbir koku benzemiyordu ya hep onu arıyordu dokunduklarında, göremediklerinde, bir kokuya gizlenmişti varlığı sanki. Sevmiyordu, sevmek istemiyordu alkışları, o alkışlar kiralık takımınaydı; gözlerindeki karanlığa...
Yine birkaç şişe şarap devirmişti dertlerinin üstüne, üstelik dertlenecek yeni bir şeyde yoktu, hep aynı şeylerin hüznünde yuvarlanıp, devrilen şişelerle devriliyordu. Biliyordu, kör virtüöz ona bakamasa da, melek hep ona bakıyor, hep onu seviyordu uzaktan.
Gıcırtı duyduğu zaman o minik farenin kapının eşiğinden içeri girdiğini anlardı, yiyecek bir şey bulamamasına rağmen ısrarla gelirdi, kendisini sevdiğini oradan çıkarıyordu... tahtaları kemirmiyorsa tabi. Kendi kendine kahkahayı bastı. Öyle veya böyle bu fare de ölmeyecek mi? Aynı kendisi gibi...
Az buçuk sarhoşluğun etkisiyle ve deliliğinden fareyle derin bir sohbete daldı.
Bir yandan konuşuyor, bir yandan da gülüyordu büyük kahkahalarla, bir fare ne anlardı sarhoşun halinden?!
“Senin adın Wadin olsun, söyle bakalım Wadin sen hiç rüya görüyor musun? Evet mi?! Güzel. O zaman bilirsin, neden hayatta göremediklerimizi rüyalarda da göremiyoruz. Neden öldüğümüz anda kocaman bir karanlık kaplıyor her şeyi ve düşüyoruz, biliyor musun? Eminim sende görüyorsundur o rüyaları, mesela tahtaları kemirdiğini görüyorsundur, ama tahtaları kemirirken bir kedi tarafından yenildikten sonrasını gördüğünü sanmıyorum. Belki sonrası yoktur ne dersin? Ama belki de sonrasını gerçekten görmek için ölmek lazım ki ölümü rüyada yaşayasın. O zaman öldükten sonra rüya görüyor olmalı insan, ya fareler?!
Senin hayata dair büyük umutların var mı Wadin? Benim büyük karanlıklarım var, kalsam da gitsem de değişmeyecek karanlıklar. Gördüğüm rüyalar hep eskiden gördüklerimin ekseninde dönüyor, her gece keman çaldığım o masaları, kalabalıkları, renkli çiçekleri ve kuru temizleyiciye haftada bir bıraktığım ceketimi göremiyorum. Elimde olanlara bak, ne kadar hazin bir adamım, kendi gölgeme bile muhtacım bazen. Artık rüyalarımda bile olsa karanlığı görmek, ona dokunmak istemiyorum. İçimin ıssızlığına seni de ortak ettim Wadin. Sabah olmak üzeredir şimdi, güneş doğmadan gitmelisin karanlığımdan..."
“Sessizce gitti galiba” diye içinden geçirdi. Başında baskı yapan bir ağrı, düşünceleriyle beraber tüm vücudunu kemiriyordu, uykusu vardı, uyumak istiyordu, yatınca bile huzursuzdu, uyuyamıyordu. Gözlerinin etrafındaki ağrı başını sardı, arkasını dönüp gözlerini yumdu, bir parça rahatlayan bedeninde neler olup bittiğini bilmiyordu.
Aklına ölüm takıldı, peşini hiç bırakmayan, tüm sevdiklerini teker teker alan ölüm.
İçinden bir çok şey geçiriyordu;
“ölürsem bile uykumda öleceğim, zaten ölmek ne götürür benden, beni götürmesi yetmez mi! Ölsem de olur, ölmesem de... Uyumalıyım...”
Mayıs 2004/div> posted by


<0Comments:
-
<
<Yorum Göndera href=" ~ back home
<<